Muharrem Ayı Sohbetleri / 02 Ağustos 2022, Salı

MUHARREM AYI, MATEMİ VE ORUCU (1. GÜN )

  Muharrem Erkânı Nedir?

  Muharrem’in birinci gününden itibaren on iki gün oruç tutulur ve her gün tutulan orucun açılmasından sonra Cemevlerinde toplanılır, Muharrem Ayı ile ilgili, Kerbela ile ilgili sohbetler yapılır, mersiyeler söylenir ve Muharrem Erkânı (Cem’i) ibadeti yapılır. On iki gün boyunca bunlar yapılır, on üçüncü günü aşure pişirilip, kurbanlar tığlanıp, lokmalar dağıtılır ve birlik erkânı (Cem’i) yapılır. Bunun gerekçesi de şudur;

  Kevser suresinde Hz. Peygamber’imizin soyunun Kevser’den, yani Hz. Fatıma ile Hz. Ali’den geleceği müjdesi veriliyor. Bundan dolayı da Hz. Peygamber’e, Şükret, ibadet et ve kurban kes deniyor. Biliyoruz ki Kerbela da sadece İmam Zeynel Abidin sağ kaldı ve Ehl-i Beyt soyunun günümüze kadar gelmesini sağladı.

  İşte Muharrem Orucu sonunda kesilen kurban, İmam Zeynel Abidin sağ kalıp Ehl-i Beyt soyunun günümüze dek devam ettiği için kesilen şükranlık kurbanıdır. Muharrem’in on üçüncü günü bir araya gelinir, o gece tutulan oruçların, kesilen kurbanların kabulü için Allah’a dua ve niyazda bulunur. Cem ibadeti yapılır.

Muharrem orucunun aslı nedir?

  Kur’an da; Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz, Allah’a karşı gelmekten sakının” deniyor. (Bakara suresi, Ayet 183)

  Yine Kur’an da Sayılı günlerde olmak üzere oruç size farz kılındı. Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa, tutamadığı günler kadar, diğer günde tutar” deniyor. (Bakara S. Ayet 184)

  Ayetlerde de anlatıldığı gibi, Hz. Muhammed öncesi Peygamberleri ve onların ümmetlerini kast ediyor. Sayılı günlerden bahsediliyor, bu günler Muharrem Ayı içerisinde oruç tutulması gereken günlerdir, yani Muharrem’in birinden itibaren on iki gündür. (On İki İmamlar)

  Muharrem orucundan öncede üç gün masumu paklar orucu tutulur, bu oruç Müslim b.Akily ve iki küçük oğlu için tutulan oruçtur.

İsra Suresi, Ayet 77 de buyuruyor ki; Sizden önce gönderdiğimiz Resullerimize uygulanan yasa da buydu. Sen bizim yol ve yasamızda değişme bulamazsın”

Bu orucu, hangi Peygamber niçin tutmuştur.

>Âdem Peygamber, tövbesinin kabul edildiği gün için

>Nuh Peygamber, gemisinin karaya çıktığı gün için

>İbrahim Peygamber, Nemrut ateşinden kurtulduğu gün için

>Yakup Peygamber, oğlu Yusuf’a kavuştuğu gün için

>Eyüp Peygamber, dertlerinden kurtulup şifa bulduğu gün için

>Yunus Peygamber, balığın karnından kurtulduğu gün için

>Musa Peygamber, firavunun gazabından ümmetini kurtardığı için

>Allah’ın Resülü, Hz. Muhammed Mustafa da Emevilerin zulmünden kurtulmak için 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicretinde, Medine’ye sağ salim dönmesinin şükranlığı olarak on gün Muharrem orucunu Hira mağarasına inzivaya çekilerek oruç ibadetini tamamlamıştır.

  Aynı zamanda Peygamberlerin ümmetleri de bu oruçları tutmuşlardır. On Muharrem Peygamberlerin kurtuluş veya müjde günü olarak kabul edilir. Hz. Peygamber’in torunu İmam Hüseyin’in ve yakınlarının ise felaket ve musibet günü olmuştur bu ay.

  Bundan dolayıdır ki, Alevi inancına mensup insanlar Peygamberlerin uyguladıkları bu on günlük oruca, iki günde Kerbela da şehit olan İmam Hüseyin ve yetmiş iki yakını için, on iki gün oruç tutarlar. Görüldüğü gibi Muharrem orucu tamamen Kur'an’a dayanır. Bu oruç, aslında tüm İslam âlemi için farz kılınmıştır.

  Yukarıda da anlattığım gibi Muharrem Orucu başlamadan önce, üç gün Masumu Paklar Orucu, on iki günde Muharrem (12 İmamlar) Orucu ile birlikte on beş gün oruç tutulur. Muharrem ayı bir matem ayıdır, bu ayda on iki gün boyunca yas tutulur. Bu ayda yüreği Ehl-i Beyt sevgisiyle yanan kendini İslam diye kabul eden için matem aydır ve bu matemi (yası) yaşamalıdır. Çünkü bu ayda Hz. Muhammed Mustafa’nın öperek, severek sırtına alıp gezdirdiği sevgili torunu Hz. İmam Hüseyin’in ve yetmiş iki Ehli-Beyt dostunun“Kerbela” denilen yerde, iktidar hırsıyla içi kararmış olan Muaviye oğlu Yezid tarafından susuz şehit edildiği aydır.

    Bu oruç tutulurken, susuz Kerbela şehitlerini anmak adına, on iki gün boyunca saf su içmemeye gayret ederler, burada amaç Kerbela da yaşanan susuzluğu ve o acıyı paylaşmaktır. Muharrem Orucuna bir sonraki gün alımına geçmeden, yani gece saat on ikiden önce yiyecekler yenir ve niyet edilir. Muharrem Ayı Orucu boyunca özellikle Anadolu yöresinde kesici alet kullanılmaz, kurban kesilmez yani kan akıtılmaz, yemeklerine et konulmaz ve et yenilmez, düğün gibi vs. eğlenceler yapılmaz. Aynaya bakılmaz, traş olunmaz, yıkanılmazdı kısaca on iki gün boyunca acı içinde yas tutulurdu.

   Mümkün mertebe kimseyle tartışılmaz, gönül kırmamaya özen gösterilirdi, tüm bunlar tabi ki Anadolu da, yani köylerimizde kaldı.Bizler burada da yapmaya çalışıyoruz ama yöresel yerlerimizde yaptığımız gibi değil de biraz daha esnek olarak, artık şehirlerde yaşıyor, toplum içerisine çıkıyoruz, işimize gidiyoruz. Çünkü burada kimimiz resmi kurumlarda, kimimiz özel sektörde çalıştığımız için temiz olmak zorundayız. Kılık kıyafetimize bakmak zorundayız, yani temizliğimize dikkat etmeliyiz. Yinede buna rağmen matemimizi orucumuzla birlikte yaşamaya çalışıyoruz.

Oruç nedir, niçin tutulur?    

  İnsanlara her türlü kötülükler yaptıran, nefis, tamah ve şeytani duyguları ıslah etmek için riyasız ibadettir, oruç tek kelime ile.

  Islah-ı nefistir, insanın kendi kendisini eğitme evresidir. Allah’ın rızasını kazanmak için oruç tutmaya niyet etmiş bir insan, o gün ne kadar güzel lezzetli yemekler görse de, iştah çekse de, ben oruçluyum der sabreder. Orucunu bozmaz, işte bu gibi sabır alışkanlığı yapan insanlar, bir gün nefsine uyup bir kötülük yapacağı zaman, işte o ıslah-ı nefis alışkanlığı onu bu kötülüğü yapmaktan geri alır. Yalnız yememekle, içmemekle tutulan oruç, oruç değildir. Oruç tutan insan, o gün dili ile yalan söylemeyecek, dedikodu yapmayacak, bir kalp kırmayacak, eli ile kimseyi incitmeyecek, harama el uzatmayacak, gözü ile kimsenin namusuna kötü niyetle bakmayacak, bütün dünyevi duyguları ile oruç olacak ki, orucun oruç olsun, Allah’ın rızasını da kazanabilesin.

  Oruç, nefsimizi ıslah etmek için, Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmak için tutulur. Oruç, Allah’a şükür ve şükranlarımızı ifade etmek için, Allah tarafından dilek ve temennilerimizin yerine gelmesi için tutulur. Oruç, elimizde olmayarak yaptığımız bir hatadan dolayı, Allah’tan af dilemek için tutulur. Oruç, sadece aç kalmak değildir, tüm bedenin oruçlu olma halidir, yani nefsiyle, eliyle, diliyle ve beliyle kısaca tüm azaları ile oruçlu olmalıdır.

  Oruç olma hali bizleri hemen yemeye, içmeye yöneltir, açlık ve tokluğu aklımıza getirir. İşte bu böyle olmamalı nefsine hâkim olunmalıdır.

Oruç beden orucudur dedik, nedir bu beden orucu:

Elin orucuhiçbir vesile ile harama el uzatılmamalı

Dilin orucuhiçbir vesile ile yalan, küfür, dedikodu ve gıybette bulunmamalıdır.

Belin orucu; zinadan ve şehvetten uzak durmalıdır.

Gözün orucuhiçbir şeye kötü gözle bakmamalı ve gafletten uzak durmalıdır.

Kulak orucu; tüm kötü fiillere kulağını kapamalı ve yasak olan şeyleri duymamalıdır.

Kalbin orucu; her an Allah’la beraber olduğunu, hiçbir vesile ile Allah’tan uzak olmamalı, hiçbir zaman tevekkür’den uzak kalmamalı ve vermiş olduğu nimetlerden dolayı Allah’a şükretmelidir.

İradede orucu; Cenab-ı Allah, en mükemmel olarak yarattığı insana, diğer varlıklardan fazla olarak irade sıfatı vermiştir. Oruç tutan kimse, iradesine hakim kimsedir, çünkü nefsimiz bizden çok şey ister, eğer biz nefsimizin hakimi olmazsak, istediği her şeyi verirsek onun tutsağı olmuş oluruz.

Yani irade elden gitmiş nefsin dediği olmuş olur, buda bizi kötülüğe sevk etmiş olur, ama biz irademize sahip olursak, bu bizi hiçbir kölüğe sevk etmez.

Ruhun orucu; Cenab-ı Hakk, kendi öz cevherinden ve tertemiz olarak bize verdiği ruhumuzu, manevi duygularla beslemeliyiz. Müzik nasıl ruhun gıdası diyorsak, yaptığımız ibadette ruhun gıdası olmalıdır. Kısacası nefsimizin hâkimi olmak tüm bu saydıklarımızı içine aldığımız zaman ruhun gıdası haline getirmiş oluruz.

Muharrem ayı neden her yıl on gün öne gelir?

  Eski Kameri ayların toplamı, Yani bu on iki ayın toplam gün sayısı 355’tir. Oysaki güneşin ilkbahar ılım noktasından iki geçişi arasındaki zaman birimi olan gerçek yıl gün sayısı 365’tir.

Demek ki, Miladi takvim ile Kameri takvim arasında gün farkı 10 dur. Dolayısıyla Arabî aylar ve Muharrem ayı her yıl on günlük bir kaymayla öne gelir, bu dönüşüm yaklaşık otuz altı yılda bir aynı zamana denk gelir.

  Hz. Muhammed ve Hz. Ali döneminde de Muharrem ayı, yıl içinde dönmüştür. Kerbela olayından sonrada İmam Zeynel Abidin ve ondan sonra gelen İmamlar ve onun soyundan gelen Hacı Bektaş Veli döneminde de Muharrem ayı yıl içinde dönmüştür.

Muharrem ayı nedir? Muharrem ayı haram aylardandır.

  Yüce Kitabımız Kur-an’ı Kerim buyuruyor ki; sana haram ayı, yani onda savaşmayı sorarlar. De ki; O ayda savaşmak günahtır, insanları Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mani olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük bir günahtır. (Bakara S. Ayet 217)

  Araplar Hz. Muhammed döneminde, bu ayın haram ayı olduğunu bildikleri halde istedikleri zaman savaşmak ve avlanabilmekteydiler. Bu ayı kasıtlı olarak, farklı bir ayla eşdeğer hale getirmişlerdir. İşte bu kasıtlı ve hileli yöntem, Hicretin 8. yılında şu ayetle kaldırıldı  (Tevbe S. Ayet 37)

Haram ayları ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. Allah’ın haram kıldığının sayısını bozmak ve O’nun haram kıldığını helal kılmak haram ayını” bir yıl helal sayarlar, bir yılda haram sayarlar. Böylece onların kötü işleri kendilerine güzel göstermiştir. Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez” denilmektedir.

Cenab-ı Hakk matemimizi, oruçlarımızı, niyetlerimizi kabul eylesin, bizleri Ehli-Beyt’in katarından didarından ayırmasın.

 

                                                Alevi İslam İnanç Hizmetleri  Başkanlığı

                    

KERBELÂ OLAYINA NASIL GELİNDİ? ( 2. GÜN)

  Kerbelâ olayı, sadece 10 Ekim veya 10 muharrem 680 yılında Hz. İmam Hüseyin’le Yezid arasında geçen bir olay olarak ele alınmamalı. Kerbelâ olayına nasıl gelindi, bu olayı meydana getiren faktörler nelerdi? Geriye doğru dönüp, bu kanlı olayın tarih sürecindeki yerini görmek gerekir. Kureyş kabilesi ve bu kabileyi temsil eden Haşim Oğulları ile Ümeyye Oğulları kimlerdi? Bu iki aile arasındaki akrabalık derecesi neydi ve yine bu iki aile arasındaki husumetin nedenleri nelerdi? Bunları bilmeden, Kerbelâ olayını anlayamayız ve anlatamayız.

  Bu nedenle konuya Hz. İbrahim Peygamber ve onun oğlu İsmail Peygamber ile başlamak gerekir. Bilindiği gibi, Hz. İbrahim Peygamber,  oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi yaptılar. Hz. İbrahim, burada İslam dinini yaymağa çalıştı. Daha sonra da oğlu İsmail Peygamber bu görevi sürdürdü. Hz. İsmail, Cürhüm kabilesinden evlendiği kızla, neslini çoğalttı. Yüzyıllar sonra İslam dinini ve Müslümanlığı tebliğe memur edilecek olan Hz. Muhammed’in soyu olan Kureyş kabilesi, İsmail Peygamber’in evlendiği Cürhüm kabilesinden çıkmıştır.

  Kâbe’den dolayı Mekke şehri kutsallık kazandı ve günden güne önemi arttı. Böylece Hz. İsmail’in soyundan gelen Kureyşliler, Arap dünyasının değişmez hâkimi durumuna gelmişlerdi. Bu arada Mekke yönetimini elinde bulunduran Huzaelilerin başkanı Huleyl, kızı Hubbey’i, Kureyş kabilesinin başkanı Kusay (Zeyd) ile evlendirdi. Huzaelilerin başkanı Huleyl, ölünce de Mekke’nin ve Kâbe’nin, yönetimi Kusay’ın karısına kaldı ve böylece Mekke’nin ve Kâbe’nin yönetimi,  Kureyş kabilesinin başkanı Kusay’ın eline geçti.  Kusay, Kâbe’yi yeniden onardı ve pek çok yenilikler yaptı. Kusay’ın ölümünden sonra Mekke’nin ve Kâbe’nin yönetimi, Kusay’ın büyük oğlu Abdüdar’a geçmişti. Abdüldar’ın ölümünden sonra ise Kureyş kabilesinin başına Abdülmenaf geçti.  Abülmenaf’ın tek batında, yani ikiz doğan iki oğlu vardı. Bunlardan birinin adı Haşim  (Amr), diğerinin adı Abdüşems idi.

  Bir müddet sonra Abdülmenaf,  Kâbe’nin yönetimini iki oğlu arasında bölüştürdü. Hacılara su dağıtımı  (sakaye) ile yiyecek dağıtımı (rıfade) görevleri, oğlu Haşim’e (Amr) verdi. Diğer görevler ise diğer oğlu Abdüşems’te kaldı. Ancak, bir müddet sonra Abdüşems’in oğlu Ümeyye, kendi yönetimlerindeki görevlerin gelirleriyle yetinmeyip, amcası Haşim’in gelirlerinden de pay almak için harekete geçti. Kâbe’nin en önemli görevlerinin amcası Haşim’in elinde bulunmasını, bir türlü hazmedemiyor, devamlı olarak kavga çıkarıyordu.

  Bu kavganın sebepleri arasında en önemli etken ise, Kâbe’nin öneminden dolayı Mekke’nin günden güne gelişerek, Arap Yarımadası’nın en önemli ticaret merkezlerinden biri durumuna gelmiş olmasıydı. Mekke’nin ve Kâbe’nin bu özelliklerinden dolayı Ümeyye, amcası Haşim’i bir türlü rahat bırakmıyordu.

  En sonunda Haşim ile Ümeyye, mahkemelik oldular, davayı kaybeden Ümeyye, on yıl müddetle Mekke’den Şam’a sürgüne gönderildi. Bir müddet sonra Haşim öldü, onun ölümünden sonra cezası sona ermiş olan Ümeyye de Mekke’ye döndü, fakat kısa bir müddet sonra o da ölünce Kâbe’nin yönetimi, Haşim’in kardeşi Mutallib’in eline geçti. Diğer tarafta Haşim’in daha önce Medine’de evlendiği eşinden Şeybe adında bir oğlu vardı. Bu çocuk büyümüş, delikanlı olmuştu. Mutallib, Kâbe’nin yönetimini eline alınca, Medine’ye gidip Haşim’in oğlu Şeybe’yi Mekke’ye getirdi ve Kâbe’nin yönetimine ortak etti. Mutallib, yeğeni Şeybe’yi Medine’den Mekke’ye getirirken devesinin arkasına bindirmişti. Halk, Şeybe’yi Mutallib’in kölesi sanmış ve Mutallib’in kölesi anlamına gelen “Abdulmutallib” demişlerdi. Daha sonra Şeybe adı unutulmuş, Abdulmutallib adıyla anılmıştı. Abdümenaf’tan sonra Kureyş kabilesi, “Haşimiler” ve “Ümeyye” oğulları (Emeviler) olarak ikiye ayrılır.

Haşim oğulları: Abdümenaf, Haşim (Amr), Mutallib, Abdulmutallib (Şeybe), Abdulmutallib’in oğulları, Abdullah ve Ebu Talip’tir.

Abdullah’ın oğlu Hz. Muhammed, Ebu Talib’in oğlu ise Hz. Ali’dir.

Ümeyye oğulları: Abdümenaf, AbdüşemsÜmeyye, Harb, Sahar (Ebû-Süfyan), Muaviye ve Yeziddir.

  Özetleyecek olursak, önceleri Haşim ile Ümeyye arasında başlayan bu kavga, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’in Haşimî soyundan gelmiş olmasıyla birlikte bir kat daha arttı. Ümeyye oğullarını çileden çıkaran en büyük etken de bu oldu.

  Buraya kadar yapmış olduğumuz açıklamalardan anlaşıldığına göre, daha İslamiyet öncesi Kâbe ve Mekke’nin yönetimiyle başlayan bu iki ailenin düşmanlıkları, daha sonra da Hz. Muhammed ile Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Ebu Süfyan arasında devam etti.

İSLAMİYET’TEKİ AYRILIKLAR

  Hz. Muhammed Efendimizin, bu âlemden Hakk’a yürümesinden hemen sonra ilk ayrılıklar başlamıştır. Bunun en önemli sebebi, Hz. Peygamberimiz, kendisinden sonra amcasının oğlu ve aynı zamanda damadı olan Hz. Ali’yi yerine vasi tayin etmesi fakat buna rağmen, Hz. Peygamber’in naaşı henüz yerde iken, Ebu Bekir’in halife seçilmiş olmasıdır.

  Hz. Peygamber Efendimiz, hac ve umre ziyaretlerini yapmak üzere Hicret’in onuncu yılında tüm sahabeleri ile birlikte, Medine’den Mekke’ye gitmişti. Hac dönüşünde, (buna Haccet-ül veda da denir), “Gadir-Hum” denilen mahalle gelindiğinde, Cebrail-i Emin tarafından şu Kur’an ayeti gelmişti. Mealen: Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez (Maide 67) deniyordu.

  Hazret-i Peygamber Efendimiz, bu ayetin gelişinden, ahirete intikal edeceğini farketmiş ve ömrünün sonuna yaklaştığını anlamıştı.

  Bunun üzerine Allah’ın Resulü, kafilede bulunan binlerce sahabeyi ağaçlık bir yerde topladı ve deve semerlerinden bir minber yaptırarak üzerine çıkıp ellerini havaya kaldırdı. Bugün burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsinler, Acıyan, bağışlayan ve her şeyi bilen Cenab-ı Allah bildirdi ki, katına davet edildim, yakında davetine icabet edeceğim, ebedi yurda döneceğim buyurdular.

  Sözlerine devam ederek: Ey kavmim ve sahabeler! Bugün benden öğrenmek istediğiniz ne varsa fırsat kaybolmadan öğrenmeye çalışın, çünkü ayrılık vakti yaklaşmıştır. Yarın kıyamet gününde Muhammed size ne yaptı diye sorulduğunda, orada verilecek cevabınız ne olacaktır?” diye sordu.

  O vakit bütün sahabe, hep bir ağızdan: “Ya Resulallah! Peygamberlik görevinizi, lâyıkıyla yerine getirdiniz, biz sizden öğütler dinledik. Buna şahitlik ederiz” dediler. Hz. Muhammed, ayı ikiye ayıran parmağını göğe doğru kaldırıp: Ya Rabbi! Sen şahit ol!” dedi ve sözlerine şöyle devam etti: “Yarın ahiret gününde Kevser havuzu kıyısına ulaşacaksınız. Bu havuzun başına sizden önce varacağım. Siz gelince de size bıraktığım iki paha biçilmez emanete ne yaptınız diye soracağım, bu iki emanetim şunlardır: Birincisi Allah’ın gökten yere uzatmış olduğu ipi Kur’an-ı Azim-i şan, diğeri ise, benim Ehl-i Beytim’dir. Bu iki emanetim, sizi havuzun başında bana ulaştıracaktır, bunu âlemlerin Rabbi olan Allah’tan ben istedim. Bu iki emanetime sıkı sıkı sarılırsanız, dalâlete düşmezsiniz, ebedi olarak doğru yolda olursunuz” buyurdular.

  Bunları söyledikten sonra Allah’ın Resulü, şu Kur’an ayetini okudu: Ey iman sahipleri! Allah’a itaat edin. Resule ve sizin içinizden olan iş ve yönetim sahiplerine de itaat edin. Sonra bir şeyde tartışmaya girdiniz mi, eğer Allah’a ve âhret gününe inanıyorsanız, onu Allah’a ve Resule arz edin. Böyle yapmanız hem hayırlı hem de sonuç bakımından daha güzeldir. (Nisa S. Ayet 59)

  Bu ayetin okunmasından sonra bazı sahabeler, Biz hangi iş ve yönetim sahibine, yani kime itaat edeceğiz diye sordular. O vakit Peygamber Efendimiz yanında duran Hz. Ali’nin elini tutup havaya kaldırdı ve şunları söyledi: Ali’nin kanı kanımdandır, canı canımdandır, teni tenimdendir, ruhu ruhumdandır, Ali ile biz bir nurun ikiye bölünmüş parçalarıyız” dedi. Sonra şöyle devam etti: Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.”  (Buradaki Mevla sözü, o yüce yaratan olmayıp, yönetici anlamındadır.) Daha sonra da Hz. Peygamber’imiz: “Allah’ım Ali’yi seveni sen de sev, ona düşman olana sen de düşman ol, ona yardım edene sen de yardım et, onu hor göreni sen de hor gör. O nereye yönelirse Hakk’ı onunla beraber kıl diyerek uzunca bir dua etti. Bunları duyan Hattab’ın oğlu Ömer Hz. Ali’ye gelerek: “Kutlu olsun sana ey Ebu Talib’in oğlu, sen benim ve tüm müminlerin mevlâsı oldun” diyerek Hz. Ali’yi kutladı. Bunun ardından orada hazır bulunan tüm sahabeler, teker teker gelip Hz. Ali’yi kutladılar.

Bu kutlamanın ardından hazır bulunan sahabeler:

 “Ya Resulallah! Biz senden razı olduk, ileride dalâlete düşmememiz için nasıl hareket etmeliyiz?” diye sordular. O vakit Hz. Muhammed: (Şûra 23) ayetini okudu. “Size yapmış olduğum tebliğim için her hangi bir ücret istemem, ancak akrabam için bana meveddet ediniz, yani benim Ehl-i Beyti’mi samimiyetle seviniz ve muhabbet ediniz buyurdular. Bu açıklamanın ardından da Hazret-i Peygamber’imiz: “Benim Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisine benzer, kim bu gemiye binerse kurtuluşa erer. Kim bu gemiye binemezse, dalâlette kalır buyurdular. Sonra da Hz. Ali ile ilgili şu aşağıdaki hadisleri söylediler.

1-  Arap kavminin ve tüm müminlerin seyidi Ali’dir.

2-  Sırrımın sahibi, Ali ibni Ebü Talip’tir.

3-  Ben kimin efendisi isem, Ali de onun efendisidir.

4-  Ali, bedenimde baş gibidir.

5-  Tahkik, Ali benden sonra velinizdir.

6-  Ya Ali! Sen bana Musa’nın Harun’u gibisin.

7-  Ben korkutucu, Ali hidayete vesile olucudur.

8-  Ben ve Ali, Allah’ın kulları üzerine, Allah’ın hüccetiyiz.

9-  Ben ilmin şehri, Ali de kapısıdır. İlmi arzu eden kapıya gelsin.

10-Benden sonra ümmetimin en âlimi, Ali bin Ebi Talip’tir.

11-Halk içinde Ali, Kur’an içinde “Kul hüvallâhü Süresi” gibidir. Bunların dışında daha pek çok hadis mevcuttur. Bunlar, örnek olarak seçilmişlerdir.

HAZRETİ MUHAMMED’İN YAZDIRAMADIĞI VASİYET

  Allah Resulü Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhe ve sellem) Gadir Hum’dan yetmiş gün sonra hastalanmıştı. Hastalığı günden güne şiddetlendi. Etrafında Ehl-i Beyt’i, yakınları ve sahabeleri toplanmışlar, İslam âlemi, büyük bir acı ile karşı karşıya kalmışlardı. Hz. Muhammed Efendimiz,  Bana bir kâğıt, bir kalem getirin size bir vasiyet bırakayım, ta ki benden sonra dalâlete düşmeyesiniz buyurdular. Allah’ın Resulü’nün hayatının sonunda yazmak istediği bu vasiyetin yazılmasına, orada hazır bulunan Hattab’ın oğlu Ömer, “Peygamber sayıklıyor” diyerek engel oldu. Şurası çok iyi bilinmelidir ki âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah’ın Resulü, kendi aklı ile değil, şuhudları (Allah’ın vayh) ile hareket ederlerdi. Çünkü “Levh-i Mahfuz” O’nun kitabı, “kalem-i â’la” ise yol göstericisi idi. Bu hususu Kur’an’da da görüyoruz. Kur’an’da: “(Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı; O, arzusuna göre de konuşmaz. O’nun bildirdikleri, vahiy edilenden başkası değildir.

(Necm, 1–2–3–4) denilmektedir. Bu ayetten de anlaşılacağı gibi, Ömer’in müdahalesi yersiz idi. Çünkü Hz. Muhammed, Tanrı’nın izni olmaksızın tek söz etmemiştir.

  Bu olanlardan kısa bir zaman sonra da Yüce Allah’ın Resulü, bu fani dünyadan ebedi dünyaya Hakk’a yürüdü. Medine halkını ve tüm İslam âlemini karanlık ve hüzün bulutları sarmıştı. Bir yandan madde güneşi doğarken, diğer yandan da bu âlemleri aydınlatan manevi güneş kaybolmuştu.

  Hz. Ali başta olmak üzere Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyt’i, yakınları ve özel sahabeleri, Hz. Muhammed’in naaşını yıkamak, cenaze hizmetini yapmakla ve defnetmekle meşguldüler. Diğer bir tarafta da daha Hz. Peygamber’in na’şı yerde iken, yerine halife seçmek isteyenler, Sakife-yi Beni Saide” denilen yerde toplanmışlar, Ebu Bekir’i halife seçmekle meşguldüler. Bu nasıl bir Müslümanlıktır ki, henüz Peygamber’lerinin cenazesi kalkmadan, naaşı yerde iken böyle bir hareketi kendilerine uygun görmüşlerdi.

İşte, böyle oldubittiye getirilerek gayri adil bir seçimle Ebu Bekir halife seçilmiştir. Çünkü Cenabı Allah’ın övmüş olduğu ve “âlemlere rahmet olarak gönderdim” dediği Resulü’nün, “Ehl-i Beyt’im” dediği kimselerin hazır bulunmadığı bir seçim, gayri adil sayılırdı.

  Hz. Muhammed’in vefatından müteessir olmadan, Gadir-Hum biatını ve velayet ayetini (Nisa, 59) hiçe sayıp, Hz. Muhammed’in hiçbir vasiyette bulunmadığını iddia ederek, hatta Peygamber’in vefatını bile fırsat bilip böyle bir seçime başvurmuşlardı. Bilindiği gibi, birinci Halife Ebu Bekir, vefatından önce yerine Hattab’ın oğlu Ömer’i tavsiye etmiş ve vasiyet üzerine ikinci halife olarak Ömer seçildi. İkinci Halife Ömer de vefatından önce altı kişilik bir şûra atadı ve Hz. Ali’nin ismini en sona yazdı.  Seçilen şûra ise üçüncü halife olarak Osman’ı seçti. Eğer halife Osman’nın ölümü ani olmasaydı, vasiyet edecek zamanı olsaydı, muhakkak ki o da halife olarak Muaviye’yi tavsiye edecekti. Bu nasıl bir adalettir?

  Yukarıda da söylediğim gibi Hz. Ali, Hz. Peygamber’in gerçek vasisi ve varisidir. Ancak Hz. Ali, İslam dininin parçalanmaması ve zarar görmemesi için yapılan tüm haksızlıklara sabır göstermiştir. Halife Osman’ın öldürülmesinden sonra Müslümanlar, Hz. Ali‘nin etrafında toplandılar ve kendisine biat ettiler. Böylece Hz. Ali, halifeler arasında Allah ve Peygamber’in emirlerine uygun ve Müslümanların desteği ile seçilen tek halifedir.

  Hz. Ali’nin hilafeti 4 yıl, 3 ay sürdü. Hz. Ali’nin bu 4 yıllık hilafeti döneminde, kendine biat etmeyen Muaviye, bu sefer de halife Osman’ın ölümünde Ali’yi suçlayarak, kan davası peşine düştü. Hz. Ali’ye muhalefet edenler yalnızca Emeviler değildi. Ebu Bekir’in kızı Ayşe de Hz. Ali’ye karşı davrananlardan idi.

CAMEL SAVAŞI

  Hz. Ali halife seçilince Yemen, Basra, Küfe, Mısır ve Şam bölgelerine yeni valiler atadı. Ancak bunların çoğu, bölge halkı tarafından iyi karşılanmadılar. Talha, Küfe valiliğini, Zübeyr de Basra valiliğini istemişlerdi. Bu istekleri yerine getirilmediği için, Hz. Ali’ye biat etmiş olmalarına rağmen, sonradan ona cephe aldılar. Ebu Bekir’in kızı Ayşe, halife Osman’ın öldürülmesinden önce Mekke’ye gitmişti. Osman’ın öldürülüp Hz. Ali’nin halife seçildiğini öğrenince hemen Medine’ye dönmeyip bir süre daha Mekke’de kaldı.

  Bu sırada Talha, Zübeyr, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Amir ve beni Ümeyye’den birkaç kişilik bir topluluk, gelip Ayşe ile birleştiler. Yine Hz. Ali’ye karşı olanlardan biri olan Ya’la bin Münebbih, Yemen vali ve âmili bulunduğu sırada, Yemen Beyt-ül Mal’ında bulunan pek çok malları ve parayı alıp Mekke’ye geldi. Burada bulunan Talha Zübeyr ve Ayşe’ye katıldı. Getirdiği malları, bunlara verdi. Bu türlü kişisel çıkarlar ve kırgınlıklarla Hz. Ali’ye cephe almış kişiler topluluğu, Halife Osman’nın kanını dava etmek için, Basra’ya doğru yola çıktılar. Kendilerine yolda katılanlarla birlikte sayıları, epey çoğaldı. Ya’la bin Münebbih, yüz dinara satın aldığı Asker adındaki devesini Ayşe’ye hediye edip bu deve ile savaşa girdiği için bu savaşa deve savaşı anlamına gelen “Camel Savaşı” denildi.

  Hz. Ali’nin Basra’ya vali olarak atadığı Osman bin Huneyf, Ayşe ve yanındakileri durdurmak istediyse de başarılı olamadı. Adamlarından kırk kişiyi öldürüp, kendisinin de saçını sakalını yolup birkaç gün hapsettikten sonra salıverdiler. Diğer taraftan Hz. Ali, onların bu çirkin davranışlarını duyup aynı yıl, yani 656 Ekim ayında, 1200’ü Muhacirin ve Ensardan olmak üzere 4000 kişilik bir birlikle yola çıktı. Oğulları Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Muhammed bin Hanefi ile Ebu Bekir’in oğlu Muhammed de yanında idi. Irak topraklarındaki Zükar adlı yere vardıklarında, Küfe halkından 12.000 kişi,  Hz. Ali’nin yanında yer aldı; bir bölüğü de Ayşe’nin yanında yer aldı.

  Burada hemen bir savaşa girip yersiz olarak Müslüman kanının dökülmesini istemeyen Hz. Ali, Basra’ya gitti. Hz. Ali, Zübeyr ve Talha ile görüşüp savaşı önlemek istedi ise de bu görüşmelerden bir sonuç alamadı. Ancak Hz. Ali, Peygamber’in Zübeyr’e kendisinin, haksız olduğu bir konuda Ali ile karşılaşacağı hakkındaki sözünü hatırlatınca Zübeyr, savaştan çekilmiş, Medine’ye dönerken Amr bin Cermuz adındaki biri tarafından yolda öldürülmüştü.

  Ayşe’nin ordusu ile Hz. Ali’nin ordusu arasında Hureybe adlı yerde yapılan savaş, 9 Aralık 656 Perşembe günü başladı. Burada öyle şiddetli bir savaş oldu ki, deve üstünde kimse tutunamadı. Öyle bir savaş oluyordu ki, yerler kan gölüne dönmüştü. Bu arada Talha, yan yana savaştıkları arkadaşı Mervan bin Hakem’in attığı bir okla öldü. Savaş sonunda Ayşe tarafı yenildi, Ayşe’nin kendisi Hz. Ali’nin ordusu tarafından esir alındı, ama kendisine tutsak muamelesi yapılmadı.

  Bu savaştan galip çıkan Hz. Ali, Ayşe’yi huzuruna getirdiklerinde: “Ya Ayşe! Biliyorsun ki, Resûlü Ekrem, ümmetinin bir kılına bile zarar gelmesini istemezdi. Hâlbuki sen, onun, bunca ümmetinin kanlar içinde can vermesine sebebiyet verenlerle birleştin. Yarın mahşer gününde onun huzuruna hangi yüzle gideceksin?” dedi. O vakit Ayşe, utancından ellerini yüzüne kapatmıştı. Daha sonra Hz. Ali, Ayşe’yi, kendi yanında çarpışmış bulunan Muhammed b. Ebu Bekr ile Mekke’ye yolladı.

  Bu savaşta, Ayşe’nin ordusundan dönerken yolda öldürülen Zübeyr ile savaşta vurulan Talha’nın da bulunduğu 13.000 kişi, Ali’nin ordusundan da 2.000 kişi olmak üzere 15.000 Müslüman öldü. Tüm bu olanlar ise, Ebu Bekir’in kızı Ayşe’nin öteden beri, Hz. Ali’ye karşı beslediği düşmanlığın sonucudur. Çünkü Beni Mustalik gazvesi sırasında Ayşe için bir söylenti yayılmıştı. Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin ne düşündüğünü sorduğu zaman, Hz. Ali, Ayşe’den şüphelendiği için değil, sırf Peygamber’in şerefine gölge düşmesin diye “durumu bir inceletin” demişti. Hz. Ali’nin bu sözüne içerleyip, Hz. Ali’ye karşı kin beslediğindendir.

 

                                                              Alevi İslam İnanç Hizmetleri  Başkanlığı

                   

HZ. ALİ’NİN HALİFELİĞİ VE MUAVİYE  (3. GÜN) 

  Hz. Ali, Hz. Muhammed’in ebedi âleme göçüşünden 25 yıl sonra, halifelik makamının başına geçmiştir. Hz. Ali’nin halifelik dönemi 5 yıldır.

  Üçüncü halife Osman’ın öldürülmesinden sonra, halifelik makamı yedi gün boş kaldı, bunun üzerine sahabeler Hz. Ali’ye başvurdular. Hz. Ali’ye biat etmek istiyorlardı, çünkü Hz. Ali, Hz. Muhammed’in ahlak’ın, doğruluğun, adaletin bir mümessiliydi.

  Hz. Muhammed Efendimiz, Muaviye hakkında: O’nu aranızdan üç menzil uzağa sürün ve hiç kimse onunla görüşmesin. Ayrıca benden sonra her hilafete gelen bu vasiyetimi yerine getirsin” demişti. Böylece Muaviye, Medine’den üç menzil bir mesafeye sürülmüştü. Hz. Peygamber’in Hakk’a yürümesinden sonra hilafete gelen Halife Ebu Bekir ve Halife Ömer, Peygamber’in vasiyeti üzerine Muaviye’yi üçer menzil uzağa sürdüler. Ancak hilafet Osman’ın eline geçince, Muaviye’yi, üç menzil uzaklaştıracağı yerde, Ebu Bekir’in oğlunu Şam beyliğinden alıp, yerine akrabası olan Ebu Süfyan’nın oğlu Muaviye’yi atayarak, onurlandırdı.

  Bunu duyan sahabeler, Hz. Ali’ye gelerek: “Ya Ali! Bu nasıl bir iştir ki, Osman, Peygamber’in vasiyetini hiçe sayarak, üç menzil uzağa süreceği Muaviye’yi, Şam beyliğinin başına getirdi? Halk bu duruma büyük tepki gösteriyor” dediler. Daha sonra da Hz. Ali’nin uzak doğuda bulunduğu sırada, halife Osman’a karşı olan sahabeler, ayaklanarak, yetmiş iki bölüğe ayrıldılar. Ebu Bekir’in oğlunun kumandasında bulunan bir bölük, şehre girerek halife Osman’ı öldürdüler. Halife Osman’ın öldürülmesi sırasında Hz. Ali, Uzak Doğu’dan henüz yeni dönmüştü.

  Halife Osman’ın ölümü, ani olduğu ve yerine tahin edemediği için. Sahabeler Hz. Ali’ye gittiler halife olması için biat etmek istediler ve Hz. Ali gelenlere şöyle buyurdu: “Size emir olmaya ihtiyacım yok, kimi isterseniz ona biat edin, ben de razı olurum ve bırakın beni, benden başka birini arayın bulun. Çünkü görüyorum ben bu işin sonunda çok işler var, çok renklere boyanacak bu iş öyle bir hale gelecek ki yürekler dayanamayacak, akıllar almayacak. Çevre süslendi delil inkâr edilir oldu, davetinize uyarsam neye uğrayacağımı biliyorum. Beni bırakırsanız, bende içinizden biri gibi olurum, kimi emir yaparsanız onu dinlerim ve ona biat ederim. Benim size vezir olmam, emir olmamdan daha hayırlıdır sizin için” diye konuştu.

  Sahabe Hz. Ali’ye biat etmekte ısrar ediyordu. Talha ile Zübeyir de aralarındaydı ve diyorlardı ki, insanlara mutlaka bir İmam lazım, senden başkasına razı değiliz biz. İslam da en öndesin, Resülullah’a yakınlıkta senden ileri kimse yok, bu işte senden başka kimsenin hakkı olamaz, yani bu hakk senindir. Evet, hakk sahibine gelmişti; artık bu hakkı kabul edenler vardı. Nitekim Hz. Ali’nin yolunda, hakk yolunda canlarını feda ettiler. Fakat Hz. Ali ileriyi görüyordu, ona çekilmek üzere bilenmiş kılıçlar kınlarından çekilmek, ona atılmak için hazırlanmış oklar yaylarında gerilmek üzereydi.

  Ancak başka çare de yoktu, İslam’ı da dağınık bırakamazdı, mecburen kabul etti. Hz. Ali’ye biat edildikten sonra, Malik ül-Eşter ayağa kalkmış yüksek sesle; Ey insanlar, Bu vasilerin vasisi, Peygamberlere ait bilgilerin varisi, pek büyük şeylerle sınanmış, zahmet ve meşakkatlere katlanmış bir zattır. 

  Hz. Ali, halkın iradesiyle ilk olarak ve gerçek bir seçimle halifeliğe getirilmişti. Bu gelişmelerden sonra Şam’da bulunan Muaviye, fitne hareketlerine başladı ve: “Ben Osman’nın gerçek akrabasıyım, halifelik benim hakkımdı. Hz. Muhammed, vefatından önce halifeliğe beni vasiyet etmişti” diyerek halkı aldatmaya başladı, hatta düzmece hadisler uydurarak halkı kandırdı.

  Muaviye, halkı Hz. Ali’den soğutmak için her türlü çareye başvuruyordu. Hatta iki defa ordusuyla Hz. Ali’nin üzerine geldi ve her ikisinde de bozguna uğradı. Muaviye’nin hilafet uğruna yapmış olduğu zulümlerin sonu gelmiyordu. Sahabenin ısrarı üzerine Hz. Ali, nihayet asi Muaviye’ye bir ders vermek için savaşmaya karar vermişti.

SIFFİN (SIFFEYN) SAVAŞI

  Hz. Ali’nin ordusu ile Muaviye’nin ordusu, 26 Temmuz 657 tarihinde Şam yolu üzerinde bulunan “Saffeyn” mevkiinde karşı karşıya geldiler.

  Hz. Ali, Muaviye’ye: “Bilirim, senin bize olan düşmanlığın, tamamen şahsidir, gel boş yere Müslüman kanı akıtmayalım. Sadece ikimiz meydana çıkıp teke tek çarpışalım” dedi. Fakat Muaviye bunu kabul etmedi, iki ordu arasında şiddetli bir savaş başladı ve her iki taraftan da bir hayli zayiat verilmişti. Muaviye kuvvetleri Hz. Ali kuvvetleri karşısında bozguna uğramışlardı.

  Ancak yenileceğini anlayan Muaviye, çeşitli hilelere başvurmaya başladı. Sonunda Muaviye’nin kumandanı Amr bin As’ın, bir hilesiyle ordu toparlanmıştı. Muaviye’nin kumandanı Amr bin As, Kur’an sayfalarını mızrakların ucuna taktırarak Hz. Ali’nin kuvvetlerinin önüne çıktı ve: Siz ve biz, birbirimizi yok ettikten sonra, İslam yurdunu kim koruyacak? Tanrı’nın kitabı Kur’an, aramızda hakem olsun diye haber gönderdi. Bu durumu gören Hz. Ali’nin yanında savaşan hariciler, Allah’ın kitabına uymalıyız” diyerek savaşmaktan vazgeçmek istediler ve Hz. Ali’ye: Ya Ali! Kur’an’a uy, yoksa seni onlara teslim ederiz ya da Osman’a yaptığımızı sana da yaparız diyerek ayaklandılar.

  O vakit Hz. Ali, Bu bir hiledir, gerçek Kur’an biziz, ben Kur’an’ı Natık’ım diyerek Muaviye’ye karşı savaşmalarını istedi. Sonunda Muaviye taraftarlarının dediği oldu ve her iki tarafta, hakeme gidilmesine karar verdiler.

Hakem Olayı: Her iki hakem, Hicretin 35. yılı Şaban ayı içerisinde Şam civarındaki Ezruh şehrinde buluştular.

Hz. Ali’nin Hakem’i Ebu Musa, Muaviye’nin hakemi ise Amr bin As idi. Her iki taraftan da dörder yüz kişi, tanıklık etmek üzere gelmişti.

  Bu arada iki kişi, kılıçlarını çekerek, “hüküm Allah”ındır diyerek, Muaviye taraftarlarına saldırdılar. Bu iki kişi, derhal öldürüldü, ancak bu söz, haricilerin parolası haline geldi.

  Barış kâğıdının başına yazılacak olan: “Emir’ül-Mümin’in Ali ile Muaviye arasında” cümlesine Amr bin As, itiraz etti. Muaviye yanlıları, “Biz Hz. Ali’yi müminler emiri olarak kabul etmiyoruz, yalnız adı yazılsın” dediler. O vakit Kays oğlu Ahnef: Ey Emir-ül Mümin’in! Halk birbirini kırsa bile bu sözü sildirme diye yalvardı. Orada bulunan Eş’as ise, “sildir şu sözü” diye bağırdı. O vakit Hz. Ali, Ey Sübhan Allah! “Hudeybiyye şartını yazarken de bu iş, Resûlallah’ın başına gelmişti, aynı şey şimdi de benim başıma geldi dedi. Bunun üzerine anlaşmanın altına sadece Hz. Ali’nin ve Muaviye’nin isimleri yazıldı. Üzerlerinde Muhammed’ür Resûlallah yazılı mühürle de mühürlendi.

  Her iki hakem arasında görüşmeler başlayınca, Muaviye’nin hakemi Amr bin As, Hz. Ali’nin hakemine, “Gel her ikisini de azledelim. Halk, güvenilir bir başkasını halife seçsin” diyerek Ebu Musa’yı ikna etti ve kürsüye önce Ebu Musa’yı çıkardı.

  Önce kürsüye çıkan Ebu Musa, Biz Amr bin As ile anlaştık, şu parmağımda bulunan hilafet yüzüğünü, parmağımdan çıkarıyorum ve böylece Ali’yi azlediyorum. Amr bin As’ta Muaviye’yi azledecek. Böylece sizler de aranızdan güvenilir birisini halife seçiniz” dedi ve kürsüden indi.

  Bunun ardından Muaviye’nin hakemi Amr bin As, kürsüye çıkarak: “Ebu Musa’ın sözlerini duydunuz, Ali’yi azletti. Ben de Ali’yi azlettim ve Ebu Musa’nın parmağından çıkardığı hilafet yüzüğünü Muaviye’nin hakemi olarak parmağıma takıyorum ve böylece beni kendisine hakem tayin eden Muaviye’yi halife tayin ettim. Çünkü Muaviye, Osman’ın varisidir, halifelik en çok onun hakkıdır” diyerek Muaviye’yi halife tayin etti.

  Ebu Musa, kandırılmıştı. Hatasını düzeltmek istediyse de muvaffak olamadı. Çünkü Ebu Musa’yı, hiç kimse dinlemedi. Sonuç olarak Muaviye, hilafeti ele geçirerek Şam’a yerleşti.

  Aslında bu iki hakemin seçilmesi, daha doğrusu atanmasının nedeni, Müslümanlar arasında kan dökülmesine yol açan savaş halinin kaldırılması, ortaya çıkmış olan sorunlara Kur’an’daki hükümlerin uygulanması idi.

  Hz. Ali’nin halifeliği kesinlikle tartışılamazdı. Çünkü Hz. Ali, Medine’de Muhacirler ve Ensar tarafından seçilip kendisine biat edilmişti. Hakeme başvurulması, aslında Hz. Ali aleyhine değil, belki Muaviye’nin aleyhine idi.

  Ancak Amr bin As’ın, Ebu Musa’yı kandırıp, Muaviye’yi hilafete getirmesi üzerine, Haricilerden bazı kimseler gelip Hz. Ali’nin önünde: “Lâ hükme illa lillah” demişlerdi. Hatta Hz. Ali’ye: “hakemden dön, bizi alıp düşmanın karşısına çık, ölünceye kadar onlarla dövüşelim” demişlerdi.

HZ. ALİ’NİN ŞEHADETİ                                                                                        ,

  Hazret-i Ali, Muaviye ile savaşmanın artık kaçınılmaz olduğunu anlamıştı. Ancak Muaviye’nin üzerine yürümeden önce haricilerin işledikleri kanlı cinayetlere bir son vermek gerekiyordu.  Bunun için Hz. Ali önce Nehrivan’a gitti. Maksadı tuttukları bu yolun yanlış olduğunu ve boş yere kardeşkanı döktüklerini, kendilerine anlattı ise de ikna olmadılar. Haricilerle Hz. Ali arasında savaş kaçınılmaz olmuştu.

  Ancak, 4000 kadar olan haricilerden pek çoğu, “Biz Ali ile savaşmayız” diyerek, topluluktan ayrıldılar. Geriye kalan 1800 civarındaki hariciler, 17 Temmuz 658 yılında Nehruvan’da Hz. Ali’ye karşı savaşa girdiler ve ancak 8–10 kişi sağ kurtulabildi. Hazret-i Ali, Nehrivan savaşından sonra Muaviye’nin üzerine yürümek üzere planlar yapıyordu. Bu sırada bazı kimseler de, “Hz. Ali ile Muaviye ortadan kalkarsa, yeryüzünde fesat kalmaz” diye aralarında planlar yapıyorlardı.

  Aslen Mısır’lı olan Abdurrahman bin Mülcem, “Ben Ali’nin hakkından gelirim” dedi. Orada bulunan Berk bin Abdullah da Muaviye’nin işini bitirmeyi üzerine aldı. Yine orada hazır bulunan Amr bin Bekr ise, Amr bin As’ın da bunlardan aşağı olmadığını ve onun da öldürülmesi gerektiğini teklif etti ve bu görevi kendisi aldı.

   Bu üç kişi, Ramazan ayının 17. nci günü görevlerini yerine getirmek üzere anlaştılar ve her birisi kendi bölgesine gitti.

  Bunlardan Abdurrahman bin Mülcem Küfe’ye geldi ve bazı kimselerle görüşüp niyetini onlara açıkladı. Bu arada Hz. Ali tarafından Nehrivan’da babası ve kardeşi ile birlikte on civarında yakınını kaybeden Kutame adında çok güzel bir kadınla tanıştı. Hiç vakit kaybetmeden bu kadına evlenme teklifinde bulundu. Kadın, bu teklifini bir şartla kabul ederim, teklifim, 3000 dirhem para, bir köle, bir cariye ve Hz. Ali’nin öldürülmesi” dedi.

İbni Mülcem, İlk üç şeyi kabul ediyorum, ancak Ali’nin öldürülmesini, kabul edemem, bunu yapan kimse sağ kalamaz” dedi.

Kadın, Eğer Ali’yi öldürürsen, seninle birlikte yaşarız. Eğer öldüremeyip de kendin öldürülürsen, Tanrı katında elde edeceğin nimetler, dünya nimetlerinden çok daha hayırlıdır cevabını verdi. İbni Mülcem de: “Ben de zaten Ali’yi öldürmek için buraya geldim” diyerek, sakladığı sırrını açıkladı. Öcünün alınacağını anlayan Kutame, Mülcem’e yardım etmek üzere Şebib ve Verdan adındaki şahısları buldu. Bu üç namert, 661 yılı Ramazan’ın 19. ncu günü Hz. Ali’yi ortadan kaldırmanın planlarını yapıyorlardı. Tüm bu olanlar, Ali’ye malum olmuştu.

  Hz. Ali, yattığı yerden ter içinde uyandı, gördüğü rüyanın etkisiyle etrafına bakındı. Rüyasında Hz. Resûlallah’ı görmüştü, kendisiyle beraberdi, Hasretlik bitti diyordu. Resûlallah ile kucaklaşırken,çıkardığı kendi sesinin gürültüsüne uyanmıştı. Yataktan kalkıp oturdu ve bir müddet sonra tekrar ayağa kalktı ve tek tek çocukların yanına gitti, doyasıya yüzlerine baktı. Bu sırada Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’de uyanmışlardı. Babalarını solgun görünce: “Nedir bu halin baba, rahatsız mısın” diye sordular. Hz. Ali: “Hayır! İyiyim” diye cevap verdi. Ve daha sonra gördüğü rüyayı anlattı, Hakk’a ulaşacağı günlerin yakın olduğunu söyledi. Bu haberi duyan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, pek çok müteessir oldular.İbni Mülcem’in günlerdir evliyalar Şahı’nı ortadan kaldırmanın planlarını yaptığı, kendilerine malum olmuş gibiydi.

  Aslında Hz. Ali, olacakların farkına varmıştı, ama akacak olan kanın önüne geçilemezdi, korunmayı dahi düşünmedi. Nasıl korunabilirdi ki, zaten halkla iç içe yaşıyordu, kimseye bir kötülüğü dokunmamıştı ki korksun. O keremler sahibi Şah-ı Merdan, tüm yakınlarını toplayıp şöyle bir vasiyette bulundu: Evlatlarım! Ben kısa bir zaman sonra aranızdan ayrılacağım. Ben Hakk’a yürüdüğüm zaman, yüzü yeşil peçeli ve sırtında matem elbisesi olan bir kişi gelip beni yıkayıp, kefenleyip, bir ceviz tabuta koyduktan sonra, deveye yükleyecektir.

Beni yıkarken oğlum Hasan suyumu ısıtacak, oğlum Hüseyin de su dökecek, diğer yavrularım da kendilerine düşen görevi yerine getirecekler. Sakın ola ki, yüzü peçeli kişiye soru sorup taciz etmeyin. O, benim cenazemi götürüp Necef diyarında defnedecektir” diyerek vasiyetini tamamladı.

  İmam Ali çok az uyurdu, şafak sökmeden kalkar, ibadetini yapardı. Aslında o gün de diğer günlerden farksız bir gündü. Yine her sabah olduğu gibi erkenden kalktı, ibadetaneye gitmek üzere evden ayrılırken, İmam Hasan ve İmam Hüseyin’e hediye olarak getirilen kazlar, feryat ederek sanki gitme dercesine eteğinden çekiyorlardı. Kazların bu hareketine mani olmak isteyenlere, “Bırakın onları, onlar ağlayanlardır” demişti. Ve daha sonra da kazları elleriyle sevip okşadıktan sonra da evden ayrıldı.

  Hz. Ali’nin dışarı çıktığını gören İbni Mülcem, saklandığı yerden çıkarak,  elindeki zehirli kılıçla Hz. Ali’yi ağır yaraladı. Hz. Ali, yere düştüğü zaman: “Andolsun âlemleri Rabbine” buyurmuştu. Aynı anda Berk bin Abdullah da Şam’da Muaviye’yi yaraladı, fakat Muaviye aldığı bu yaradan ölmeyip sağ kurtuldu. Üçüncü harici ise, Amr bin As’ın yerine yanlışlıkla bir başka kişiyi öldürmüştü. Hz. Ali’yi yaralayan İbni Mülcem, kısa zamanda yakalanıp getirilmişti.

Hz. Ali, karşısına getirilen İbni Mülcem’e, “Ey Allah’ın düşmanı! Ben sana iyilik etmedim mi?” dedi.

Mülcem: “Evet, iyilik ettin” dedi. Hz. Ali: “Peki, bu yaptığın soysuzluk nedir?” diye sordu.

İbni Mülcem: “Ben bu kılıcı, kırk gün zehirle biledim, Allah’tan, bu kılıçla halkın en kötüsünü öldürmesini istedim” diye cevap verdi. Hz. Ali de: “Öyle ise sen de bu kılıçla öldürüleceksin” buyurdular.

Hz. Ali, aldığı bu yaraların etkisiyle, 21 Ramazan 661 yılında Hakk’a yürüdü.

  Başka bir rivayete göre de Hz. İmam Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e şöyle bir vasiyet etmişti: “Beni bir tabuta koyup, Garibeyn diye anılan bir yere götürün. Orada zümrüt renkli bir taş vardır. Benim gömüleceğim yer, bu taşın altıdır.” Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, babalarının vasiyetini yerine getirip, hâlâ bu isimle meşhur olan yere naaş’ını defnettiler, bir takım kötü niyetli kimselerin zarar vermemesi için de kabrin bulunduğu yeri gizlediler.

  Harun Reşit zamanına kadar gizli kalan o “Şah-ı Velayet”i makamı, Harun Reşit tarafından tesadüfen meydana çıkarıldığı, rivayet edilmektedir.

Erenlerin evliyaların piri

Eyvah Şah-ı Merdan şehit oldu ya

Âşıkların maşukların serveri

Eyvah Şah-ı Merdan şehit oldu ya

 

Arslan olan miraç yolunda yatan

Mancınıkla kendin Hayber’e atan

Kurdun kuşun nasibini dağıtan

Eyvah Şah-ı Merdan şehit oldu ya

 

ALEVİ İSLAM İNANÇ HİZMETLERİ BAŞKANLIĞI

Ayrıntılı Bilgi İçin; Alevi İslam İnanç Hizmetleri Sayfasını Takip Ediniz  https://www.aleviislaminanchizmetleri.org/