Velayet Makamı / 18 Ekim 2019, Cuma

  “Alevilikte imanın aslı üçtür. Bu üç ilke; “Allah – Muhammed – Ali” dir.

“Lâ İlâhe İllâllâh, Muhammedün Resulullah, Aliyyün Veliyullah”

Yani; Uluhiyyet, nübüvvet, velayet…

Bu üç ilkenin tek bir ilke olarak açıklanması ise; Allah inancı üzerine inşa edilmiş ve ona bağlı olarak yapılandırılmıştır. Elçi, bu öğretiyi Allah’tan almakta ve veli de elçi ile ilişkisinden ötürü elçiden almaktadır.

Nübüvvet (Peygamberlik) makamı; iyiliklerin ve güzelliklerin temsilidir. Nübüvvet makamı Hz. Peygamber ile sona erdiğine ve başka da peygamber gelmeyeceğine göre iyiliklerin ve güzelliklerin temsilini kim sağlayacaktır?

Velayet makamı sağlayacaktır.

 Kur’an buyurur ki;  “Gözünüzü açın, Allah’ın velileri için hiçbir korku yoktur. Tasaya da düşmez onlar. Dünya hayatında da ahırette de müjde vardır onlara…” (Yunus,62-64)

Allah velileri yüzyıllardır hem dirileri ve hem de ölüleri toplumun birliğine, dirliğine vesile olmuş, hastasına, umutsuzuna umut olmuş ve toplumu peşinden sürüklemişlerdir. Hz. İmam Ali; “Alim ölü olsa bile diridir, cahil diri olsa bile ölüdür.” Diyerek ne de güzel “Beka billah” makamı olan velayeti tanımlamıştır.

“Allah yolunda ölmüş olanları ölüler sanmayın sakın. Hayır! Onlar diridirler. Rablerinin katında rızıklandırılıyorlar.” (Ali İmran, 169)

       Veli, Kur’anı Kerim’de Allah’ın zati isimlerindendir. Kamil insanda hakkın sıfatları çıkmıştır. Hz. Muhammed’de bu sıfatları görüyoruz. “Allah güzeldir, güzel olanı da sever” denmiştir. Muhammed’in güzelliği ahlakıdır. O Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmıştır. Allah’ın Resul veya Nebi diye ismi yoktur ama Veli diye ismi vardır. Kişinin varacağı son aşama velayettir. Çünkü Allah yeryüzüne halife yaratacağım diyerek bütün insanların içine soyluluk yani zati sevgisini koymuştur. Tohum meyvenin içindedir ama, tohumun içinden de ağaç çıkar. Yani “içindeki içinde” dir. İşte insanın içindeki ilahi tohum velayettir. Velayet bir erdem noktasıdır. Yalnız Allah rızasını gözeterek insanlığın kurtuluşuna hizmet eder. Onların hizmeti karşılıksızdır, hiç karşılık beklemezler. Velayetin başı Hz. İmam Ali’dir. İnsan Suresi Hz. Ali’nin şanınadır. Okuduğumuzda o yüce karşılıksız hizmeti göreceğiz.

İslam’ın temel koşulları Alevilikte altıdır:

  1. Tevhid   2. Adalet  3.  Nübüvvet  4.  Velayet  5.  İmamet   6.  Mead

Tevhid  =  Allah’tır. Adalet           = Yasadır. (Usuli dindir). 

Nübüvvet = Hz. Muhammed’dir. Velayet ve İmamet = Hz. İmam Ali’dir. (Usuli dindir)

Mead  = Yasanın uygulandığı alandır, yani ölüm ötesidir.

Üç koşul, makam ve varlıktır. Allah bu üç koşula uymamızı buyuruyor. “Sizin veliniz Allah’tır. O’nun Resulüdür. Ve ibadet rükuda iken zekat verendir”(Maide,55)

Tevhidi, Nübüvveti, Velayeti temsil eden bu üç ismi birlikte anmak temel inançtır. İmanın şartıdır.

Zat: Kaynaktır. Nübüvvet: Emirdir. Velayet : Uygulamadır. Velayet, bütün mevcudata ilmen ve halen tasarruf (Sahip Olma) etmektir; Veli de tasarruf edendir.

          Vahiy iki türlüdür. Aracılı, aracısız. Aracılı Cebrail’dir. Aracısız gelen ise gönle gelen ilhamdır. Nübüvvete, vahiy yoluyla (Cebrail vasıtasıyla, aracı) bilgi, velayete aracısız olarak bilgi (gönle gelen ilham) gelmiştir. Nübüvvet Peygamber efendimizle birlikte sona ermiş, artık ondan sonra peygamber gelmeyecek ama velayet sonsuza kadar devam edecektir.

Hacı Bektaş Veli buyurur ki; “Ey Derviş bil ki, Allah’ın velisi, kendi zamanının Nuh’udur. Onun yardımı, Allah’ın kullarını tufan belasından koruyan gemidir. Su tufanında her ne kadar su bela ise de, vücutlara yönelik olduğu için ondan kurtulmak kolaydır. Ancak cehalet ondan daha zordur, daha kötüdür. Çünkü onda boğulan kimse ilelebet kurtulamaz.” (H.B. Veli, Makalat-ı Gaybiye)

Bu velilerin kendileri gibi türbeleri de hep yükseklerde / yücelerde olmuştur. Dağların başları onların mekanlarıdır. Yücelerden alemi seyreylemektedirler. Toplumun çerağlarıdır onlar. Karanlık günlerinde yollarını aydınlatmış, dertlerine derman, gönüllerine şifa olmuştur. Allah’a veli olanlar; Allah dostudurlar. Keramet sahibidirler. Onlar görülünce Allah hatırlanır. Onun için yüzyıllardır ülkemizde Alevi, Sünni olsun bu Allah velilerinin türbeleri ziyaret edilmiş, orayı vesile edinerek Allah’a dua edilmiş, kurbanlar kesilmiş, vesile kıldığı velinin hürmetine rabbinden affı mağrifet dilenmiştir.

         Ne yazık ki; Vahabi’leştirilen İslam, velilerin türbelerini ziyaret etmeyi şirk olarak tanımlanmıştır. Suudi’nin Vahabi yorumu Hz. Peygamberimizin mübarek makamını ziyaret edip, el açıp dua etmeyi de şirk saydığından hacıların el açıp dua ettiklerinde askerin dipçiği ile karşılaşmaktadırlar. Cennet seyyidesi Hz. Fatima’nın mezarının (ne yazık ki türbesi yoktur) olduğu yeri tahmin edip başına bir taş konulduğunda koyanın başı vurulmaktadır.  İslam bu hale geldi / getirildi.

Ey Aleviler! İnadına ziyaret edin türbeleri. Başında dua edin, dualarınızın kabulünü Allah’tan dileyin. Lokmalarınızı yapın, kurbanlarınızı kesin. Biz Aleviler o velilerin nice kerametlerine, yüceliklerine tanık olduk.

           Bizler İslam’ı Alevice okuduk ve öyle kabullendik ve öyle yaşadık. Vahabi’ler gibi İslam’ı okumadık / okumayacağız da. O zihniyet Hz. İmam Hüseyin’in türbesine bile tahammül edemeyip yedi kez yıkmış, darmadağın etmiştir. Bizi temsil etmeyenlerin fetvaları bizleri bağlamaz. “Onların dini onlara, bizim dinimiz de bizedir” der Kur’an’ı Kerim. Alevilikte dinin temel koşullarından biridir velayettir. Velayetin inkarı Aleviliğin inkarıdır.

        Biz Aleviler; Alemlerin rahmetini, Ehl-i Beyt’ini ve Allah velilerini sevdik. Ve buna da tevella teberra dedik. Tevella edip ikrar verdiklerimizin izini takip ettik ve de edeceğiz.. Yol’ları yol’umuz, ikrarları da ikrarımız olmuştur. Onların yollarına halen binlerce insan kurbanlarını keserek, Allah rızasına paylaşmaktadırlar. Bu velilerin dergahları; yoksulların aş evi, barınağı, okulu, dayanışması ve aynen mescitlerin işlevi  gibi olmuşlardır. Burada ruhsal tedavilerini gerçekleştirmişler, Mevlasına dualarını sunmuşlar, seyr-i seferini yapıp, sevdiğiyle hasbıhal olmuşlardır. 

          Bu veliler, şekil ve şölenlerle değil, gönül yoluyla  rabbine ulaşmayı hedeflediler. Özgürlüklerin ve esaret tanımamanın sembolü oldular. Dini saltanat aracı olarak kullanmadılar. Kendilerini Allah’a yakınlaştıracak rahmet vesilesi ibadetlerini öncü kıldılar. İnsanlığın maneviyatının öncüleri olarak öne geçtiler ve Allah’ın yakınlığına (Kurb-u âla) mazhar oldular.  Kurallar ve şölenlere büründürülmüş bir inanç insanı olgunlaştıramaz. Şekil ve şölenlere bürünüp veli olan birine tanık oldunuz mu?

“Allah’tan bir nimeti, bir lütfu ve Allah’ın müminlerin ödülünü vermezlik etmeyeceğini de müjdelerler.” (Ali İmran,171)

O müjde velayet makamının sırrına ermemizin müjdesi olsun. Cennet ve huriler ise, ödüllenmek isteyen zahir ehlinin olsun.  Bizlere salt sevgiye büründürülmüş Allah yeter.

  VELAYET NEDİR?

Hz. Peygamberin Hakk’a yürümesinden sonra nübüvvet sona ermiştir. velilerin devri yani “velayet” devri başlamıştır. Velayet devri, Hz. Ali ile başlamış bundan dolayı Hz. Ali’ye “Şah-ı Velayet” denilmektedir.

Hz. Ali’ den sonra gelen tüm veliler, velayet makamının temsilcileridir.

Veli kimdir ve velilik nasıl bir olgudur. Veli halktan Hakk’a dayanan bir sistem içerisinde görev yapar. Halka makbul olmadan Hakk’a makbul olunmaz vecizesi gereğince, önce halka makbul olur ki, dolayısıyla Hakk’a makbul sayılır. Veli, bu mertebeye Allah yolunda çok çalışıp, çok emek ve gayret sarf ederek Allah’ın rızasını kazanarak erişir. Kendisini Hakk yoluna adamış gece, gündüz Allah yolunda olan, Allah’ın ilmiyle ilimlenen haliyle ve Allah’ın iradesine göre hareket eden bu gibi kimseler; bazı ilahi mesajlara muhatap olabilirler. Gece gördükleri rüyalar, bu gibi kimseler için önemli mesajlar olabilir.

KUR'AN-I KERİM'DE HZ. ALİ'NİN VELAYETİ İLE İLGİLİ AYETLER

        Allah-u Teala Maide süresinin 55 ve 56. ayetlerinde şöyle buyuruyor.

“Sizin dostunuz, sahibiniz ancak Allah'tır ve Peygamberidir ve inananlar, ibadete kalanlar ve rüku ederken zekat verenlerdir. Ve kim, Allah'tan, Peygamberinden ve inananlardan yüz çevirirse bilsin ki hiç şüphesiz Allaha mensub olan birdir üst olacak kişiler."

 Ben bu iki kulağımla duydum yoksa her ikisi de sağır olsun ve bu iki gözümle gördüm yoksa her ikisi de kör olsunlar ki Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyordu:

       "Ali müminlerin önderi, kafirlerle savaşandır; ona yardım eden (Allah'tan) yardım görür; onu yalnız bırakan (Allah tarafından) yalnız bırakılır."

        Biliniz ki ben, Resulullah'la (s.a.a) birlikte ibadet ettiğim bir gün, bir fakir mescitte halktan yardım diledi. Ama hiç kimse ona bir şey vermedi. Hazreti Ali'de rüku halinde idi; serçe parmağını ona doğru uzattı; o parmağında yüzük vardı. Fakir gelip parmağından o yüzüğü çıkardı. O zaman Resulullah (s.a.a) Allah'a yakararak şöyle dua etti:

        "
Ey Allah'ım, kardeşim Musa sana dua ederek Ey Rabb'im, benim göğsümü aç; işimi kolaylaştır; dilim'den düğümü çöz de sözümü anlasınlar ve benim kendi ehlimden kardeşim Harun'u bana yardımcı kıl. Onunla beni güçlendir ve onu benim işime ortak kıl da sana çokça tesbih edip çokça zikir edelim; gerçekten de sen bizim halimizi en iyi görensin, dedi, sen ise ona:
        "Ey Musa, duan kabul edildi ve istediğin verildi diye vahyettin.

        Ey Allah'ım, ben de senin kulun ve Peygamberinim; sen benim de göğsümü aç; işimi kolaylaştır. Bana kendi ehlimden Ali'yi vezir (halife, yardımcı)  ver; onunla beni güçlendir.

        Ebuzer şöyle diyor. Allah'a andolsun henüz Resulullah (s.a.a) sözünü tamamlamamıştı ki Cebrail-i Emin nazil olup şu ayeti getirdi:

        "Sizin veliniz (emir sahibiniz) ancak Allah, Rasul'ü ve ibadet edip rüku halindeyken zekat (sadaka) veren mü'minlerdir; Allah'ın, Resul'ünün ve iman edenlerin velayetini kabul eden kimseler (bilsin ki) gerçekten de Allah'ın hizbi (grubu) galip olanlardır.

       TEBLİĞ  AYETİ DE HZ.ALİ (A.S)'NİN VELAYETİYLE İLGİLİDİR.

 Allah-u Teâlâ  "Maide" suresinin 67. ayetinde şöyle buyuruyor.

 "Ey Peygamber, bildir, sana rabbinden indirilen emri ve eğer bu tebliği ifa etmezsen onun elçiliğini yapmamış olursun ve Allah, seni insanlardan korur."

        
Bazı Ehl-i Sünnet tefsir yazarları bu ayetin bi'set'in ilk zamanlarında Resulullah'ın (s.a.a) saldırıya uğramaktan ve öldürülmekten korunmak için koruyucu bulundurduğu günlerde indiğini ve "Allah seni insanlardan korur" ayeti nazil olduğu zaman koruyuculara "Gidin artık, beni korumayı Allah-u Teala kendisi üstlenmiştir" buyurduğunu söylüyorlar.
        Şia ve Ehl-i Sünnet müfessirleri; Mâide Suresinin Medine'de nazil olan en son sure olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ayrıca Ahmed, Ebu Übeyde (Fezail'de), Nuhas ("Nasih" adlı kitabında) Nesai, İbn-i Münzir, İbn-i Merduye ve Beyhaki (Sünen"inde) de tahriç ettikleri bir hadise göre Cubeyr ibn-i Nefir diyor ki:
        "Hac seferine gittiğimde Aişe'nin ziyaretine gittim. O bana "Ey Cubeyr, Mâide suresini okuyor musun?" diye sorunca "Evet" dedim. O bana, "Biliniz ki Mâide Suresi en son inen suredir; onda helal olarak bulduğunuz her şeyin helal olduğuna ve haram olarak bulduğunuz herşeyin haram olduğuna inanın" dedi."

       Yine Ahmed ve Tirmizi'nin tahriç edip Hakim'in doğruladığı ve Ibn-i Merduye ve Beyhaki'nin naklettiği bir hadiste Abdullah ibn-i Ömer diyor ki:
       "En son inen sure Mâide suresidir."

       Yine Ebu Übeyde'nin tahriç ettiği bir hadiste Muhammed ibn-i Ka'b Kurtubi diyor ki:
"Mâide Suresi Resulullah'a (s.a.a) Veda Haccın'da Mekke ve Medine arasında devesinin üzerinde iken nazil oldu. Deve (o zaman) omuzunu aşağı eğdi ve Rsulullah yere indi." 

       Yine İbn-i Cerir'in tahriç ettiği bir rivayette Rabi ibn-i Enes diyor ki:
"Mâide Suresi Resulullah'a (s.a.a) veda haccı yolunda bineğine bindiği bir zamanda nazil oldu. Vahyin ağırlığından o binek yere yatarak Resulullah'ı (s.a.a) yere indirdi."

       Yine Ebu Ubeyde'nin tahriç ettiği bir hadiste de Zemuret ibn-i Habib ve Atiye ibn-i Kays diyorlar ki Rasulullah (s.aa) şöyle buyurdu:                      
"Mâide Suresi Kur'an'm en son inen bölümüdür; onun' helal ettiği şeyleri helal ve haram ettiği şeyleri de haram olarak kabul ediniz."

        Bütün bunlardan sonra hangi insaflı ve akıllı bir insan bu ayetin bi'setin ilk dönemlerinde nazil olduğu iddiasını kabul edebilir? Özellikle de eğer bu iddia ayeti asıl manasından saptırmak için olursa! Şia'da Mâide Süresi’nin en son inen süre olduğunda ve "tebliğı" ayeti diye adlandırılan "Ey Resul, sana Rabb'inden ineni tebliğ et"

      
Maide 67. Ayetinin Resulullah'a (s.a.a) Haccet'ül Veda' dan sonra zilhicce ayının on sekizinde perşembe günü "Gadir-i Hum" denilen yerde Hz. Ali'nin halka Resulullah'tan sonra halife tayin edilmesinden önce nazil olduğu hususunda herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Hz. Cebrail (as) perşembe gününün ilk saatlerinde nazil olup o Hazret'e hitap ederek:

  "Ey Muhammed Allah-u Teala sana selam gönderip buyuruyor ki: "Ey Peygamber, bildir, sana rabbinden indirilen emri ve eğer bu tebliği ifa etmezsen onun elçiliğini yapmamış olursan ve Allah, seni insanlardan korur» ayeti açıkça göstermektedir ki o dönemde risalet (peygamberlik vazifesi) sona ermek üzereydi. Ama halka ulaştırılmamış bir gerçek vardı. Bu gerçek o kadar önem taşıyordu ki onsuz din kamil sayılmıyordu."

        Yine ayet-i Kerime Resulullah (s.a.a)'in, bu çok önemli konuya davet etme hususunda halkın yalanlamasından korktuğuna işaret etmektedir. Ama Allah-u Teala, bu tebliğin ertelenmesine izin vermedi.

        Böyle büyük bir toplantının tekrar gerçekleşmesi çok güç olduğuna ve Resulullah (s.a.a)'ın vefatına az bir zaman kaldığına göre bu fırsat en iyi fırsat idi. Zira oraya toplananlar Veda Haccında Resulullah (s.a.a)'la birlikte olmak şerefine nail oldukları için kalpleri yeni bir hayat kazanmış kimselerdi. Peygamber (s.a.a) vasiyetlerini dinlemeye hazır yüz bini aşkın sahabe topluluğuna hitap ederek buyurdu ki:

 "Belki de bu seneden sonra tekrar sizi göremeyeceğim. Rabb'imin elçisinin gelip beni davet etmesi ve benim de icabet etmem yakındır."

        
Gadir-i Hum yolların birbirinden ayrıldığı bir yer olduğu için ve onların bu azim toplantıdan sonra kendi vatanlarına dönmek üzere birbirlerinden ayrılacaklarından dolayı böyle muhteşem bir toplantının tekrar gerçekleşmesi mümkün olmayacaktı.

        Buna göre bu önemli meseleyi tebliğ etmek için Resuluılah (s.a.a)'ın bu fırsatı kaçırması düşünülemezdi. Bundan daha önemlisi Allah Teala tarafından tehdid edercesine vahy inmiş ve risaletin bütününün bu mes'eleyi tebliğ etmeye bağlı olduğu ve Allah'ın onu halktan korumakta kefil olduğu bildirilmişti. O halde artık halkın yalanlamasından korkmak söz konusu olamazdı, ondan önce de nice Resul'ler yalanlanmıştı. Ama bu; onları, emredildikleri şeyi tebliğ etmekten alıkoymadı. Allah-u Teala'nın daha önceden onların bir çoğunun hakkı istemediklerini (Zuhruf surest, Ayet, 78) veya onlar arasında tekzib edenlerin de bulunduğunu bilmesi, (El-Hakka suresi, Ayet 49) tebliğin gerekliliğini ortadan kaldırmıyor. Çünkü Allah Teâlâ halkı hüccetsiz bırakmaz.

 "Ta ki insanların peygamberler geldikten sonra Allah'a karşı bir mazaretleri bir bahaneleri kalmasın artık. Ve Allah, üstündür hüküm ve hikmet sahibidir."(Nisâ suresi, Ayet 165)

        Bundan başka ümmetleri tarafından tekzib edilen geçmiş peygamberlerin durumu Resulullah (s.a.a) için de, güzel bir örnek olarak Kur'an'da zikredilmiştir. Allah-u Teala buyuruyor ki:                 
        "Seni yalanlarlarsa onlardan önce gelip geçen Nuh, Adem ve semud kavimleri de yalanlamışlardı ve İbrahim kavmi de, Lüt kavmide. Ve Medyen ehlide yalanlamış ve Musa da yalanlanmış da onların azabını geciktirdim, bir mühlet verdim onlara da sonra helak ediverdim onları; nasılmış beni inkar etmek, nasıl da devletlerini halakete çevirmişim." (Hacc suresi, Ayet 42-44)


        Bir çok Ehl-i Sünnet alimi Şia alimlerine muvafık olarak bu ayetin Gadir-i Hum'da Hz. İmam Ali'nin hilafete tayin edilişi esnasında nazil olduğunu kabul etmiş ve kendi senedleriyle (sözleriyle) bu hususta hadis nakletmişlerdir. Hatta bu hadislerin sahih hadisler olduğunu belirtmişlerdir.

Bunlar konuya değinen Ehl-i Sünnet alimlerinin sadece az bir bölümüdür. Allame Emini "El Gadir" adlı kitabında diğer bir çok kaynağı zikretmiştir.

        Acaba Resulullah (s.a.a) kendine "Rabb'inin indirdiğini tebliğ et" emri gelince ne yaptı?  Resulullah (s.a.a) halkı "Gadir-i H um" denilen bir yerde toplayıp uzun ve te'sirli bir konuşma yaparak kendisinin, onlar adına tasarruf etmek ve karar almak hususunda kendilerinden daha üstün olduğuna dair söz aldıktan sonra Hz. Ali’nin elinden tutup havaya kaldırarak şöyle buyurdu:             

        "Ben kimin mevlası isem bu Ali de O'nun mevlasıdır. Ey Allah'ım O'nu seveni sen de sev; O'na düşman olana sen de düşman ol! O'na yardım edene sen de yardım et; O'nu yalnız bırakanı sen de yalnız bırak ve her nereye gitse hakkı onunla beraber kıl."

        Sonra başındaki sarığını, Hz. Ali'nin başına koyup ona özel bir yer (çadır) hazırladı. Sonra da ashabından, müminlerin önderliğine ulaştığından dolayı Hz. Ali'yi tebrik etmelerini istedi. Ashap da başta Ebubekir ve Ömer olmak üzere gelip Hz. Ali’yi tebrik ettiler. Hatta Ebubekir ve Ömer Hz. Ali'ye hitaben "Ne mutlu sana ey Ebu Talib'in oğlu bizim (benim) ve bütün mü'minlerin mevlası oldun" dediler.

        Tebrik merasimi sona erdikten sonrada Resulullah (s.a.a)'a:

"İşte bu gün size dininizi kamil kılıp size nimetimi tamamladım ve sizlere din olarak İslam'a razı oldum" ayeti nazil oldu.

        Şia'nın görüşü, işte budur. Bu hadis Şia arasında kesin bir gerçek olarak kabul ediliyor. Şia ulemasının bu hususta hiç bir ihtilafı yoktur. Şimdi Ehl-i sünnet ulemasının bu olayı kendi kitaplarından zikredip etmediklerine bir bakalım Bu hususu incelemekle meseleye tek yönlü bakmamız engellenmiş olur ve vereceğimiz hükmün hakka uygun olmasına da yardımcı olur.
Asıl mevzuya dönersek ; "Evet, birçok Ehl-i Sünnet âlimi Gadir-i Hum hadisesini teferruatıyla zikretmişlerdir." örnek olarak bunlardan bazıları:

        1- Ahmed ibn-i Hanbel'in kendi senediyle (sözüyle) naklettiği bir hadise göre Zeyd ibn-i Erkam şöyle diyor. "Resulullah'la birlikte Gadir-i Hum denen çölde durduk. Resuluılah (s.a.a) salat (dua) için hazırlanmamızı emretti. Daha sonra bir ağaç üzerine bir elbise atılarak peygamber'e gölgelik bir yer yapıldı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) bize konuşmaya başlayarak şöyle dedi:

        "Acaba bilmiyor musunuz veya şehadet etmiyor musunuz ki ben, her mü'min için ona, onun kendi nefsinden daha üstünüm?" Halk "Evet sen daha üstünsün" dediler. O zaman buyurdu ki:
        "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Ey Allah'ım, O'nu seveni sen de sev; O'na düşman olana sen de düşman ol." 


2- İmam Nesai "Haselis" adlı kitabında senediyle birlikte kaydettiği bir hadiste Zeyd ibn-i Erkam'ın şöyle dediğini nakletmiştir:

        "Rasulullah (s.a.a) Veda Haccından dönünce Gadir-i Hum'da inerek, gölgelik bir yerin kurulmasını emretti ve daha sonra buyurdu ki:

        "Ben yakında Rabb'im tarafından çağrılacağım ve ben de bu çağrıya icabet edeceğim. Ben size iki değerli şey bırakıyorum; biri diğerinden daha büyüktür; Allah'ın kitabı ve itretimden olan (akrabalarım) Ehl-i Beyt'imi. Bakınız benden sonra onlara nasıl davranacaksınız; onlar Kevser Havuzu başında bana dönünceye Kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır"

        Daha sonra buyurdu ki:
        "Allah benim mevlamdır; ben de her mü'minin mevlasıyım"
        
Daha sonra da Hz. Ali'nin elinden tutarak buyurdu ki:

"Ben kimin velisi isem Ali de onun velisidir. Allah'ım, O'nu seveni sen de sev; O'na düşman olana, sen de düşman ol." 

Ebu Tefeyl diyor ki Zeyd'e "Bunu Resulullah'tan duydun mu?" diye sordum, O, "Ne diyorsun? Gölgeliklerde olan her şahıs iki gözüyle onu gördü ve iki kulağıyla bu sözleri duydu." dedi.

3- Hakim Nişaburi Şeyheyn'in (Buhari ve Müslim'in) şartıyla sahih olan ve naklettiği bir hadiste Zeyd ibn-i Erkam diyor ki:

        "Rasulullah (s.a.a) Veda Haccından döndükten sonra Gadir-i Hum'da durup gölgelik bir yerin kurulmasını emretti. Gölgelik kurulduktan sonra şöyle buyurdu:

"Yakında ben çağrılacam ve o çağrıya icabet edeceğim. Ben size iki değerli şey bırakıyorum; biri diğerinden daha büyüktür. Allah'ın kitab'ı ve itretimi. Bakın benden sonra onlara nasıl davranacaksınız? Onlar bana kevser havuzu başında tekrar dönünceye kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır."

        
Sonra buyurdu ki:
 "Allah-u Teala benim mevlamdır. Ben de her mü'minin mevlasıyım."
        
Daha sonra Ali'nin elinden tutarak şöyle dedi:

"Ben kimin mevlasıysam Bu (Ali) onun velisidir. Ey Allah'ım, O'nu seveni sen de sev; O'na düşman olana sen de düşman ol." 

        4- Bu hadisi Müslim de Sahih'inde kendi senediyle Zeyd ibn-i Erkam'dan özet bir şekilde nakletmiştir. Müslim'in nakline göre zeyd ibn-i Erkam şöyle dedi:
"Resulullah (s.a.a) bir gün Mekke ve Medine arasında, "Hum" diye adlandırılan bir suyun kenarında bize konuşma yaparak, Allah'a hamd ve sena eyledi; nasihatta bulundu ve hatırlattı. Sonra şöyle buyurdu:

 "Ama sonra, ey halk, ben sadece bir beşerim, yakında Rabb'imin elçisinin benim canımı almak için gelmesi ve benim icabet etmem beklemektedir. Ve ben sizin aranıza iki değerli şey bırakıyorum; onların biri Allah'ın Kitabı’dır. Onda hidayet ve nur vardır; o halde Allah'ın Kitabı’na sarılıp onu sımsıkı tutun."

  Böylece Allah'ın kitab'ına sarılmak hususunda teşvik etti Daha sonra ise şöyle buyurdu.

"Ve benim Ehl-i Beytim. Ehl-i Beyt'im hakkında size Allah'ı hatırlatırım. Ehl-i Beyt'im hakkında size Allah'ı hatırlatırım Ehl-i Beytim hakkında size Allah'ı hatırlatırım."
        Her ne kadar İmam Müslim hadiseyi özetleyerek nakletmişse de Allah'a hamdolsun ki yine de konu hiçbir şüpheye yer vermeyecek derecede açıktır. Belki de Gadir-i Hum hadisini gizlemeyi gerektiren siyasi şartlar gereği özetle, Zeyd ibn-i Erkam'ın kendisi tarafından yapılmıştır. Zira Ravi diyor ki:

        "Ben ve Hüseyin ibn-i Sübre ve Ömer ibn-i Müslim birlikte Zeyd ibn-i Erkam'ın yanına gittik. Oturduktan sonra Hüseyin O'na hitaren "Ey Zeyd, gerçekten de çok büyük hayırlara erişmişsin; Resulullah (s.a.a)'ı görmüş, O'nun konuşmasını dinlemiş, O'nunla cihada gitmişsin ve Gerçekten de çok büyük bir hayıra erişmişsindir. Ey Zeyd, Resulullah'tan (s.a.a) duyduğun hadislerden bize de söyle" dedi.

 

 Zeyd ise "Ey kardeşimin oğlu; andolsun Allah'a, artık yaşım geçmiş ölüm zamanım gelmiş ve Resulullah'tan duyarak ezberlediğim hadislerden bazılarını da unutmuşum. Size nakletmiş olduğum hadisleri kabul edip amel ediniz. Söylemediğim konulara da beni zorlamayınız" dedi.

        Daha sonra şöyle dedi:

        "Resulullah (s.a.a) bir gün Hum suyu denilen yerde bize konuşma yapıp şöyle buyurdu: (yukarıda zikredilen hadis.) Hadisin zahirinden anlaşılan şudur ki: Hüseyin O'na orda bulunanların gözü önünde Gadir-i Hum hadisesini açıkça sormuş. Orada hazır bulunanlardan ise; söylediği hadisleri kabul edip, amel etmelerini ve susmak istediği konularda da kendisini zorlamamalarını istemiştir.

        Ama bütün bunlara rağmen yine de Zeyd ibn-i Erkam bir çok hakikatleri açıklamış ve teferrüatına inmeden Gadir-i Hum hadisine işaret etmiştir. Zira "Bir gün Mekke ve Medine arasında Hum denilen bir su kenarında Resulullah (s.a.a) bize konuşma yaptı" sözü, bu hadiseye işarettir. "Emanet bırakılan iki değerli şey Allah'ın kitab'ı ve Ehl-i Beyt" sözünden de Hz. Ali'nin faziletinin ne kadar büyük olduğuna yani, fazilette Kur'an'dan sonraki sırada yer aldığına işarettir. Elbette o gerçekleri işaretlerle beyan etmiş ve gerçekleri anlamayı hazır olanların kendi zeka ve akıllarına bırakmıştır. Çünkü Hz. Ali'nin Peygamber'in Ehf-i Beyt'i arasında en yüksek mertebeye sahip olduğu bütün müminlerce bilinen bir gerçekti.

        Hatta imam Müslim'in kendisinin bile geçen hadisten bizim anladığımız anlamı anladığını ve bu hadisi Hz. Ali'nin faziletlerine ayırdığı bölümde zikrettiğini görüyoruz.
        5- Taberani "EI-Mecme'ül Kebir" adlı kitabında sahih senedle zeyd ibn-i Erkam ve Hüzeyfe ibn-i Üseyd-i Gaffari'den senediyle naklettiği bir hadiste şöyle diyor.
        "Resulullah (s.a.a) Gadir-i Hum'da ağaçlar altında yaptığı konuşmada şöyle buyurdu:

    "Ey halk, benim (Allah tarafından) çağrıllacağım ve benim o çağrıya icabet edeceğim zaman yakındır. Ben de suala (sorguya) tabi tutulacağım siz de sorguya çekileceksiniz, O halde Sizden benim hakkımda sorulduğunda ne söyleyeceksiniz; dediler ki: "Şahadet ederiz ki sen tebliğ ettin; cihad ettin ve hayrı tavsiye ettin, Allah sana hayırlı mükafatlar versin."

        
Yine Resuluılah şöyle buyurdu: "Acaba siz Allah'ın tek olduğuna, Muhammed'in onun kulu ve Resulü olduğuna, cennetin ve cehennemin, ölümün ve ölümden sonra tekrar dirilmenin hakk olduğuna ve kıyamet gününün şüphesiz olarak geleceğine ve Allah-u Teala'nın kabirde olanları tekrar diriltip mahşere getireceğine şahadet etmiyor musunuz?! "Evet" dediler "bunların hepsinin hak olduğuna şahadet ediyoruz."
        O zaman Resulullah(s.a.a) şöyle buyurdu:

"Allah'ımbunların şahitliğine sen de şahit ol" Devamla buyurdu ki: "Ey insanlar Allah benim mevlamdır; ben de mü'minlerin mevlasıyım ve ben onlar için onların kendi nefislerinden daha evlayım. Ben kimin mevlası isem bu da (yani Ali de) onun mevlasıdır. Ey Allah'ım, O'nu seveni sen de sev; O'na düşman olana sen de düşman ol"
        Daha sonra şöyle buyurdu: 

"Ey insanlar, ben sizden önce gideceğim ve siz de kevser havuzunda benim yanıma geleceksiniz bu havuzun genişliği Basra ile Sen'a arası Ondan daha geniştir. Orda yıldızlar sayısınca gümüşten kadehler vardır. O zaman ben, sizden iki değerli şeye, (Sakaleyn'e) benden sonra nasıl davrandığınızı soracağım. O iki değerli şeyin büyüğü Allah'ın Kitab'ıdır. O, bir vesiledir ki bir tarafı Allah'ın elindedir, diğer tarafı da sizin elinizdedir. O'na sarılın ki sapıklığa düşmeyesiniz ve O'nu değiştirmeyin.
        Ve (diğeri) benim itretim Ehl-i Beyt'imdir. Latif ve her şeyi bilen Tanrım haber vermiştir ki onlar tekrar kevser havuzunda bana kavuşuncaya kadar baki kalacaklardır."

        6- İmam Ahmed de Burra ibn-i Azip tarikiyle iki senede naklettiği bir hadiste şöyle diyor. "Resulullah'la birlikteydik. Gadir-i Hum'da indik ve toplanmamız emredildi. Hz. Ali'nin elinden tutarak; şöyle buyurdu:

   "Acaba benim mü'minlere onların kendi nefislerinden daha evla olduğumu biliyor musunuz?"  "Evet" dediler "Sen evlasın".
O hazret buyurdu ki: "Acaba benim her bir mü'mine onun kendi nefsinden daha evla olduğumu bilmiyor musunuz?"  "Evet biliyoruz." dediler.
         O zaman, Hz. Ali'nin elinden tutarak buyurdu ki:
       "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Ey Allah'ım, O'nu seveni sen de sev; O'na düşman olana sen de düşman ol"

        
Ravi diyor ki bundan sonra Ömer Hz. Ali'yle görüşerek "Ey Ebu Talib'in oğlu, mübarek olsun sana! bütün mü'min erkek ve mü'mine kadınların mevlası oldun." dedi.

Gadir-i Hum hadisini zikrettiğimiz Ehl-i Sünnet âlimlerinden başka, Tirmizi, ibn-i Mâce, ibn-i Asakir, Ebu Naim, ibn-i Esir, Harezmi, Suyuti, ibn-i Hacer, Haysemi, ibn-i Sabbağ Maliki, Kundüzi, Hanefi, ibn-i Meğazili, ibn-i Kesir, Himvini, Haskani, Gazzali ve Buhari gibi Ehl-i sünnet alimleri de nakletmişlerdir. (Buhari bu hadisi "Tarih" kitabında nakletmiştir.)
        Bu konuda tahkik etmek isteyen "El Gadir" kitabına muracaat edebilir.
Bütün bunlardan sonra Gadir-i Hum hadisinin Alevilerin uydurmalarından olduğunu söylemek acaba gülünç bir iddia olmaz mı?
Ama garib olan şudur ki Gadir-i Hum hadisinden bahsederken Müslümanların çoğunluğunun ondan asla haberi olmadığı yani haberi olup duyanların çok az sayıda olduğu görülüyor.Bundan daha garip olanı ise, sıhhati hakkında icma edilen bu hadis ortada iken Ehl-i Sünnet âlimlerinin Resulullah (s.a.a)'ın kendisinden sonra halife tayin etmediğini ve işi, Müslümanlar arasındaki görüşlere bıraktığını iddia etmeleridir.

 Acaba hilafet konusunda bu hadisten daha açık ve sarih bir söz olur mu?
        Okuduğum bir makaleyi kısa bir özetini sizinle paylaşayım; olayı anlatan kişi: Tunus'un Zeytune şehri alimlerinin birisiyle yaptığım tartışmada. Ben O'na imam Ali'nin hilafetine delil olarak Gadir-i Hum hadisini öne sürdüğümde o geçen hadisin sahih hadis olduğuna itiraf etmesine rağmen telif etmiş olduğu bir Kur'an tefsirinde bu hadise değindiğini ileri sürdü. O geçen tefsirinde Gadir-i Hum hadisini zikredip sahih bir hadis olduğunu söyledikten sonra şunları söylüyor.

        "Şia bu hadisin efendimiz Hz Ali'nin (Allah onun yüzünü kerametli kılsın) hilafetini açıklayan açık bir delil olduğunu sanıyor Oysa bu görüş Ehl-i Sünnet arasında batıl olarak görülmektedir. Zira bu iddia Ebubekir Sıddık, Ömer Faruk ve Zinnureyn Osman'ın hilafetine ters düşmektedir. O halde hadiste yer alan mevla kelimesi muhib ve nasır (seven ve yardımcı) anlamınadır. Kur'an-ı Kerim'de de "mevla"nın bu anlamlarda kullanıldığı vakidir. Hülefa-i Raşidin ve ashab-ı kiramın da mezkur hadisten anladıkları anlam tabiinin ve ulemanın da çıkardıkları mana bundan ibarettir. Buna göre Rafizilerin bu hadis hakkındaki yorumları bir itibar taşımamaktadır. Zira onlar Hülefa'nın hilafetini kabul etmeyip Rasulullah'ın ashabına dil uzatıyorlar. Bu ise tek başına onların yalanlarını ve kuruntularını reddetmek için yeterlidir."

        O'na sordum: "Acaba sizce bu olay gerçekten Gadir-i Hum'da mı vuku bulmuştur?'

       Cevap verdi: "Eğer vuku bulmasaydı âlimler ve muhaddisler onu nakletmezdi."

(soruların cevabı kısaca bu vuku bulmasaydı nakledilmezdi)
Sonra gülerek şöyle cevap verdi: "Ben efendimiz Hz. Ali'nin diğerlerinden efdal olduğuna inananlardan. Eğer iş benimle olsaydı sahabenin hiç birisini O'ndan öne geçirmezdim Zira ilmin kapısı O'dur; Allah'ın galip aslanı odur. Fakat meşiyet Allah'ındır; O, istediğini öne geçirir ve istediğini geri bırakır; O'nun ne yaptığı sorulmaz ve sorguya çekilen ise mahlûklardır."
ilave kaynak: El Gadir kitabı (Allame Emini) 

Velayet makamının yüzü-suyu hürmetine Hü…

Ayrıntılı Bilgi İçin; Alevi İslam Din Hizmetleri Sayfasını Takip Ediniz  http://www.aleviislamdinhizmetleri.com/